1930'lu
yılların başlarında, atom hakkındaki görüşler kritik bir aşamaya gelmişti. Kuantum
mekaniği elementlerin kimyasal etkinliklerini ve davranışlarındaki periyodikliği,
yani periyodik tabloyu, atomların ışıma spektrumlarını açıklayabiliyordu. Bu;
kimya, elektrik ve manyetik, radyoaktivite ve kuantum mekaniği alanlarında, 19.
yüzyılın sonlarından başlayarak yer alan ve 20. yüzyılın başlarında devam eden
bir dizi keşif sayesinde mümkün olmuştu. Atomun parçalarının anlaşılması için;
kimya ve elektromanyetik alanlarından elektron hakkında, radyoaktivite alanından
da çekirdek, proton ve nötron hakkında bilgilerin edinilmesi gerekmişti. Bu yapıtaşlarının
birbirlerine göre nasıl düzenlendiği ise; atomların ışıma spektrumunun Bohr'un
atom modeline, 'parçacık-dalga davranışı'nın da kuantum modeline yol açmasıyla
anlaşılmıştı. Bu durumda atomlar, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdekle,
etrafındaki elektron bulutlarından oluşuyor; dolayısıyla bu üç parçacık, maddenin
temel yapıtaşlarını oluşturuyordu. Atomun yapısı oldukça iyi anlaşılmış olduğuna
göre, sıra çekirdeğe gelmişti. İçine bir çomak sokulup, neler olup bittiğine bakmak
gerekmekteydi. Bu amaçla şimdiye kadar, doğal ve özellikle de radyoaktivite kökenli
parçacıklar kullanılmıştı. Halbuki çekirdek, protonların birbirini itiyor olmasına
karşın, her nasılsa çok sağlam bir yapıya sahipti. Dolayısıyla, iç yapısının kurcalanabilmesi
için, doğal radyoaktivitenin sağlayabildiğinden daha girgin ve sağlam bir çomak
arandı. Akla, yüklü parçacıkların hızlandırılıp, çekirdeklere doğru yönlendirilmesi
fikri gelir...