Tarihçe
Evrenin
yapısı ve dünyamızın, etrafımızdaki nesnelerin nelerden yapılmış olduğu sorusu,
insan aklını öteden beri meşgul etmiştir. Konuyla ilgili olarak kayda geçmiş ilk
düşünceler, eski Grek dönemine ait. Örneğin, doğal mıknatıs taşının ve sürtünme
sonrasında amberin çekim kuvvetleriyle de tanışık olduğu anlaşılan Miletli Tales
(M.Ö.624-547), dünyamızın özünün su olduğunu söyler. Bu düşünce Sümer ve Babil
mitolojilerinden izler taşımaktadır. Döneme hakim olan anlayış, bu özün yaratılıp
yok olabildiği şeklindedir. Anaxagoras (M.Ö.500-428) bu görüşe karşı çıkarak,
maddedeki değişikliklerin, maddeyi oluşturan 'bölünmez parçacık'ların farklı biçimlerde
düzenlenmesinden kaynaklandığını öğretir. Empedokles (M.Ö.484-424) bu bölünmez
parçacıkları; toprak, hava, ateş ve su olmak üzere, dört element altında toplar.
Halbuki Demokritus (M.Ö.460-370), evrenin boşluktan ve neredeyse sonsuz sayıda,
bölünmez parçacıktan oluştuğunu önermektedir. Atom denilen bu bölünmez parçacıklar;
şekil, konum ve düzenleniş açılarından birbirlerinden farklı olup, her türlü maddenin
temel yapıtaşlarını oluşturmaktadır. Daha sonra gelen ve o zamana kadarki tüm
insanlık bilgisini derleyen Aristo (M.Ö.384-322 ); toprak, hava, ateş ve sudan
oluşan dört element fikrine onay verir. Onun bu ve diğer pek çok konudaki görüşü,
izleyen 1000 yıl boyunca, düşünce dünyasını hakimiyeti altına alan, sarsılması
güç bir otorite haline gelecektir. Nitekim, kendisinden sonra gelen Aristarchus'un
(M.Ö.310-230) önerdiği güneş merkezli bir gezegenler sistemi, Aristo'nun desteklediği
dünya merkezli sistem karşısında, ta ki 2000 yıl sonra Copernicus ortaya çıkıncaya
kadar yenik düşecektir. Zamanın optik bilgilerini derleyen İskenderiyeli astronom
ve matematikçi Claudius Ptolemy (M.S.70-147), güneşin ve diğer gezegenlerin dünyanın
etrafında kusursuz daireler üzerinde dolaştığını savunan karmaşık bir kuram geliştirmiş
ve yazdığı Almagest başlıklı kitabında kayda geçirmiştir.