Bazı 
çekirdeklerin elektron ışıyarak 'beta' bozunmasına uğradıkları öteden beri biliniyor 
ve bu bozunma türü üzerinde yapılan ölçümler, herhangi bir aktif maddenin ışıdığı 
elektronların, süreklilik gösteren enerji değerlerine sahip olduğunu gösteriyordu. 
Halbuki kuantum mekaniğine göre, atom veya çekirdekler belli enerji düzeylerinde 
bulunabildiğinden, ışınlanan elektronların kesintili enerji değerlerine sahip 
olması gerekliydi. 1930 yılında Wolfgang Pauli, beta bozunmasındaki elektron spektrumunun 
sürekliliğini açıklamak için, nötrinonun varlığını önerdi. Bozunma sırasında kuantum 
mekaniğine uygun olarak, belli miktarda enerji açığa çıkmakta, ancak bu enerji, 
elektronlarla nötrinolar arasında, değişebilen oranlarda paylaşılmaktadır. Nötrinonun 
aranmasına başlanır.
Atomun 
kuantum modeli oluşturulmuş, ancak arada önemli bir şey unutulmuş gibidir. Çünkü 
çekirdeğin yalnızca protonlardan oluşması mümkün değildir. Herhangi bir element, 
elektron sayısıyla belirlendiğine ve atom nötür olduğuna göre, çekirdekte elektron 
sayısı kadar proton olması gerekirken; çekirdek, bu sayıda protondan daha ağırdır. 
Dolayısıyla, çekirdekte yüksüz bir üçüncü parçacığın daha olması gerekmekte, ancak 
belirlenmesinde güçlük çekilmektedir. Çünkü yüklü parçacıklar, örneğin elektronlar, 
katot ışını tüplerinde bol sayılarla üretiliyor, proton ise hidrojenin iyonlaştırılmasıyla 
elde edilebiliyordu. Keza radyoaktif maddelerden bazıları, yüklü alfa ve beta 
parçacıklarını, sürekli olarak ışınlıyordu. Öte yandan bu yüklü parçacıkları, 
elektrik ve manyetik alanlarla yönlendirip biriktirmek suretiyle, küçük de olsa 
akımlar üreterek veya floresan yüzeylerle çarpıştırarak, varlıklarını belirleyip 
özelliklerini incelemek, görece kolaydı. Halbuki yüksüz parçacıklar, çekirdeğin 
bir yerlerinde gizliydi ve ortaya çıkartılabilmeleri için, çekirdeğin parçalanması 
gerekiyordu. Gerçi alfa parçacıklarının bombardımanıyla bunu başarmak mümkün olabilirdi. 
Fakat aranan parçacıklar hem az sayılarla ortaya çıkacak, hem de yüksüz olduklarından, 
çevreleriyle etkileşime girip iz bırakamayacaklardı. Dolayısıyla, doğrudan gözlenmeleri 
mümkün görünmüyor, o halde de, gözlenmesi daha kolay yüklü parçacıklara yol açmalarının 
sağlanması gerekiyordu.