|
Kuzey Anadolu Fayı'nın Keşfi(Sayfa
2)
|
ALT BAŞLIKLAR:
KAF’ın Keşfinin Tarihçesi İncelenirken Karşılaşılan Temel Sorun Kuzey Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı'nın Keşfinin Tarihçesi KAF’ın Keşfinin Tarihçesi KAF’ın Keşfinin Uluslararası Yankıları KAF’ın Keşfinin Türkiye İçin Önemi |
Kuzey
Anadolu Neo-Tetis Kenet Kuşağı’nın Keşfinin Tarihçesi
Kober’in Dağoluş Teorisi ve Nedbe Kavramı: Kuzey Anadolu’da bir kenet kuşağının varlığını bilebilmek, herşeyden önce, kıtaların dünya yüzeyinde yatay devinim yaptıklarını kabul etmeyi gerektirir. Bu teori, ciddi olarak ilk kez 1910 yılında, ABD’li glasiyolog (buzulbilimci) Frank Bursley Taylor; 1912 yılında da Alman meteorolog ve jeofizikçi Alfred Lothar Wegener tarafından ortaya atılmıştır. Bundan önce, Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkeyi doğudan batıya kateden büyük dağ silsileleri gibi dağ kuşaklarının, jeosenklinal (=yer teknesi) denilen ince uzun, tekne şekilli denizel havzalardan türediği sanılırdı. Bu varsayımsal ince uzun havzaların, iki kıta arasında, yerkürenin ısı kaybı sonucu kuruyan bir elma gibi büzülerek sıkıştığı ve içlerindeki tortul kayaçların buruşup kıvrılarak, havzayı iki yandan daraltan kıtaların kenarları üzerine yığıldığına inanılırdı (Şekil 1). Jeosenklinali
sınırlayan iki kıtaya doğru itilmiş bu kayaç paketlerini, Avusturyalı ünlü
jeolog Leopold Kober’in lik kez 1914 yılında ortaya attığı gibi, ya bir
ara masifin (Eduard Suess’ten alınan Almanca bir ifade ile Zwischengebirge)
ya da bir nedbenin (Almanca: Narbe veya “doruk hattı”; Scheitelungslinie)
ayırdığı zannedilirdi. Bu nedbe, Fransızca literatürde ‘cicatrice’ olarak
bilinir. Narbe (=yara izi) ve cicatrice (=yara veya dikiş izi) sözcükleri,
dikkat edilirse, birbirinden bir zamanlar ayrı bulunan iki yapının birleştiği
çizgi anlamındadırlar. Daha açık bir ifadeyle, nedbe, jeosenklinalin ısıl
büzülmenin doğurduğu sıkışma sonucu daralmasıyla meydana gelen dağ kuşaklarının
iki kanadını birleştiren çizgiyi betimler.
Ernst
Nowack ve Paflagonya Nedbesi: Bu nedbenin Türkiye’de görüldüğü konusunda
yine Kober tarafından, 1914 yılında yapılmış olan ilk yayın tamamen kuramsaldır
(Şekil 2). Bu yayından çok daha yaygın olarak
bilinen, Kober’in, 1921 yılında yayımlanmış ve 1928’de ikinci baskısını
yapmış olan ünlü Der Bau der Erde (Arzın Yapısı) adlı tektonik ders
kitabındaki Şekil 26, bütün yerbilimleri çevrelerini etkilemiştir. Bu etkinin
izleri, Türkiye konulu bölgesel literatürdeki ilk yankısını, 1926-1927
yıllarında T.C. Ticaret Vekâleti’nde demir-çelik sanayii yerbilim uzmanı
olan Avusturyalı jeolog Ernst Nowack’ın (Şekil 3)
Ankara’dan hareketle Türkiye’nin kuzeybatı bölgelerinde yapmış olduğu jeolojik
ve coğrafi araştırma gezilerinin raporlarında bulmuştur. Bunların, hiç
şüphesiz en önemlisi ve literatürde en çok ilgi görmüş olanı, 1928’de,
Alman Jeoloji Cemiyeti (Deutsche Geologische Gesellschaft) dergisinde
ve 1932’de Centralblatt’da yayımlanmış raporlardır. Nowack, kabaca,
Ereğli-Sinop Beypazarı-Ankara dörtgeni içinde kalan alanlardaki yapısal
jeoloji ve stratigrafik gözlemlerine dayanarak, Çerkeş-Devrez Çayı boyunca
uzanan bir ezilme hattı keşfetmiş (Şekil 4); bunu
Wilser ve Eduard Suess’ün daha önceki yayınlarında tanımlanmış olan Pontik
(Türkiye sınırları içindeki Karadeniz) silsileleri ile Dinarik (Türkiye
sınırları içindeki Toroslar ve Orta Anadolu) silsileleri arasındaki ayrım
hattı olarak tanımlamıştır (Şekil 5) .
Bu
hat üzerinde sıcak su kaynaklarının bulunduğuna da dikkat çeken Nowack,
bu çizginin, tüm Kuzey Anadolu’da dağ silsilesini batıdan doğuya kesen
devasa bir hat olduğunu belirtmiş ve vatandaşı Kober’in terimini kullanarak,
bu çizgiye Paphlagonische Narbe (Paflagonya Nedbesi) adını vermiştir.
Dinarik ve Pontik sistemlerini ayırdığı varsayılan bu nedbe, Nowack’a göre,
Kober’in narbesinin görevini görmektedir.
Nowack,
1932 yılındaki yayınında, daha kuzeyde Ereğli-İnebolu hattı arasında benzer
bir diğer hat bulunduğunu öne sürmüş, buna da Ereğli çizgisi (Ereğli-Linie)
adını vermiştir (Şekil 6). Aynı yayında Nowack,
Ereğli çizgisi ile Paflagonya Nedbesi arasında kalan alana, yine Kober’in
terminolojisini kullanarak Zwischengebirge (=ara masifi) yorumunu
getirmiştir.
Wilhelm
Salomon-Calvi ve Tonale Hattı: 1930’lu yıllarda Almanya’da esen Nazi
rüzgârları, Musevi kökenli, Heidelbergli büyük üstad Wilhelm Salomon-Calvi’yi,
1934 yılında Türkiye’ye taşımıştır (Şekil 7).
Geçen yüzyıl sonunda, Alpler’deki Adamello masifinde doktorasını yapan
Salomon-Calvi, burada Kuzey Alpler ile Güney Alpler’i ayıran önemli bir
kırık hattı keşfetmiş, buna da, hattın en belirgin olduğu Tonale geçidine
atfen (Tonale Hattı (=Tonalelinie) adını vermiştir. 1905 yılında
Salomon Calvi, Tonale bölgesindeki çalışmalarından hareketle, Tonale Hattı’nın,
Eduard Suess’ün Alpid ve Dinarid dağ kuşağı sistemlerini birbirinden ayıran
büük bir bölgesel hat olduğunu öne sürmüş (Şekil 5),
1932 yılında, bu hattın Alpler’in batısına da taşarak Korsika Adası’na
kadar uzandığını varsaymıştır.
Salomon-Calvi,
Türkiye’deki çalışmalarına önce Ankara çevresinde başlamış, daha sonra
ilgisini kuzeye çevirmiştir. Türkiye’ye gelmeden hemen önce, Kober ve Stille’nin
kuramsal çatısının artık geçersiz olduğunu farkeden Salomon-Calvi, Wegener’in
kıtaların kayması teorisinin ateşli bir savunucusu olmuş; Korsika’dan Yugoslavya’ya
kadar uzattığı Tonale Hattı’na da bu çerçevede bir kıta-kıta çarpılma hattı
olarak baştan yorumlamıştır. Bu yeni yoruma göre Kober’in nedbesi, aslında,
iki kıtanın birbirleriyle çarpıştıktan sonra kenetlendikleri bir kenet
kuşağıdır. Salomon-Calvi, bu yepyeni kavrama bir de yeni terim türetmiş
ve synephie (sinafi= eski Yunanca’daki sunafeia:
birlik, ritm birliği, uyum) adını vermiştir.
Salomon-Calvi
1937 yılında, Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü Çalışmaları serisinde
53 numara olarak yayımladığı Geologische Beobachtungen in der Türkei
(Türkiye’de Jeolojik Gözlemler) dizisi makalelerinin, “Tonale Hattı’nın
Türkiye’deki Devamı” adını verdiği dokuzuncusunu bu konuya ayırarak, Ernst
Nowack’ın tanımladığı, Türkiye’nin kuzeyindeki Paflagonya Nedbesi’nin aslında
bir sinafi olduğun vurgulamış, bu hattın doğuda İran içlerine, hatta Güneydoğu
Asya’ya kadar izlenebileceğini öne sürmüştür. Onun bu önemli yorumunu,
o zamanlar pek az jeolog anlayabilmiş, hele ülkemizde bu önemli yayın ne
yazık ki hiçbir yankı yapmamıştır.
Daha
sonra MTA Enstitüsü’nde de çalışan Salomon-Calvi’ye, ünlü Rus jeolog Ivan
Muşketov’un kendisi gibi ünlü bir jeolog olan oğlu Dimitri Muşketov başvurarak,
Türkiye’nin yapısı hakkında derli toplu bir eserin bulunmadığını vurgulamış
ve Salomon-Calvi’den bu konuda bir eser yazmasını rica etmiştir. Salomon-Calvi,
bu konuda o zamana kadar yapılmış çalışmaların yetersiz olduğunu bildiği
halde, bir özet yazmaya karar vermiş ve o yıllarda ülkemiz hakkında kaleme
alınmış en önemli tektonik sentezi oluşturan ünlü makalesini MTA dergisinde
yayımlamıştır. Burada Paflagonya Nedbesi’ni ilgilendiren kısım, üstâdın,
makalesinin 57. ve 61. sayfaları arasında verdiği yorum kısmıdır (Die
Deutung der paphlagonischen Narbe: Paflagonya Nedbesi’nin Yorumu).
Burada Salomon-Calvi, Wegener teorisine göre Paflagonya Nedbesi’nin veya
kendi terimi ile Tonale Hattı’nın (Şekil 8) kuzey
kıtaları ile Gondwana kıtaları arasındaki çarpışma kuşağı olduğu yorumunu
ayrıntılarıyla tekrarlamış ve bu nedbenin, makalesinde sözü geçen depremlerden
de görülebileceği gibi, hâlâ faal olduğu tezini, aynen selefi Nowack gibi
tekrar ederek vurgulamıştır.
İhsan
Ketin’den Önce Türk jeologların Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı Hakkındaki
Yayınları: Türkiye’de yerbilimin tanıtılıp örgütlenmesinde kuşkusuz en
çok hizmeti geçen kişilerden İstanbul Üniversitesi Jeoloji Ord. Profesörü
Hamit Nafiz Pamir’in (Şekil 9) İstanbul Üniversitesi
Fen Fakültesi Mecmuası’nda, 1944 yılında yaptığı yayın, bir Türk tarafından
Kuzey Anadolu deprem hattı üzerine yapılan ilk sentez denemesidir. Ne var
ki, bu deneme, Nowack ve Salomon-Calvi’nin (yanlış olduğu İhsan Ketin’in
1948’deki makalesiyle ortaya çıkan) tezlerinin, yeni deprem olaylarıyla
sözde desteklenen bir tekrarı olmaktan ileri gidememiştir. Ketin tarafından
daha sonra geliştirilen, Kuzey Anadolu’daki depremlerin, bahsi geçen nedbeden
tamamen bağımsız yepyeni bir yapının sonucu oldukları görüşü, bu depremler
üzerindeki atımların ayrıntılarıyla haritalanarak kinematik-mekanik yorumları
yapılmadığından, bu tarihlere kadar hiçbir jeolog tarafından anlaşılamamış,
çoğu bu nedbeyi bir sıkışma kuşağı olarak yorumlamıştır. Pamir’in 1944’de
tam onaltı yıl sonra, 1960’da Dinamik Jeoloji ders kitabının ikinci
baskısının ikinci cildinde, Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nı aynen 1944’de
yaptığı gibi bir “bere” (=cicatrice) olarak yorumlaması, İhsan Ketin’in
1948’deki fikirlerinin, yani sağ yanal doğrultu atımlı KAF savınını, kendisine
hâlâ ne derece yabancı olduğunu göstermesi bakımından aydınlatıcıdır: “Orta
Anadolu sıradağlarıyla Karadeniz sıradağları arasında, Samanyı yarımadasından
ve doğurda hemen hemen Erzurum’a kadar takip olunabilen bir dağlık bölge
devam etmektedir. Bolu, Ilgaz masifleri, Yeşilırmak ve Kelkit boyunda uzanan
dağlar buraya aittirler. Takriben doğu-batı doğrultusunda olan bu dağların
çekirdekleri Paleozoik formasyonlardan müteşekkil olup İkinci ve Üçüncü
Zaman tabakalarıyla örtülüdürler. Bölge Alp orojenezi ile bir dip antiklinali
vücude getirmiş, fakat temellerinin çoktan pekleşmiş olması dolayısı ile
kenarları, uzunluğuna faylarla kırılmıştır. Bu suretle batıdan doğuya doğru
Düzce, Bolu, Gerede, Niksar, Çerkeş, Ilgaz, Tosya, Kargı, Suluova, Erbaa,
Kelkit, Suşehri, Erzincan, Erzurum ve Aras çukurları teşekkül etmiştir.
Bütün bu tektonik çöküntü havzalarında eskiden beri şiddetli depremler
olduğu gibi 1939’dan beri de âfet şeklinde sarsıntılar vuku bulmuştur.
Bu son depremlerde, söylenen bölgelerde, yerde büyük dislokasyon yarıkları
hâsıl olmuştur. Hemen hepsi aynı doğrultuda olan bu yarıkların birinin
bittiği yerde diğeri başlamıştır. Bu suretle doğuda Sansa boğazından itibaren
batıda Abant Gölü’ne kadar takriben 850 km. uzunluğunda bir dislokasyon
çizgisi husûle gelmiştir. 1939’dan beri vuku bulan depremler, Kuzey Anadolu’nun
önemli bir beresi olan bu büyük fayı bunun yakınınıdaki daha küçük dislokasyonları
meydana çıkarmıştır.” Pamir’in o zaman ülkemizde yaygın kullanılan ders
kitabında yanal atımlı faylardan çok yüzeysel olarak bahsedip, buna ülkemizden
örnek vermemesi ve bu çerçevede KAF’tan hiç bahsetmemesi, 1960’lı yılların
başında, Türkiye yerbilimleri çevrelerinin Kuzey Anadolu Deprem Kuşağı’nın
karakteri konusundaki fikirlerinin çok yalın bir göstergesidir. Nuriye
Pınar-Erdem ile E. İlhan tarafından 1977 yılında yayımlanmış olan ve 4.
notta bahsi geçen makale de bu duruma çarpıcı ve bir o kadar da düşündürücü
bir örnek teşkil eder. Buna karşılık, Ketin’in 1957 yılında ilk baskısını
yapan Umumî Jeoloji ders kitabında aynı konuda yazılanlara bakalım:
“Arzkabuğunun hâlen faal durumlu, hareketli bölgelerindeki fayların ekserisi
ise doğrultu atımlı faylardır. Bunlar uzun mesafeler boyunca devam ederler
ve Arz kabuğunu uzun bloklara ayırırlar. Çanakkale’den Erzincan doğusuna
kadar uzanan ‘Kuzey Anadolu Deprem Çizgisi’, büyük ölçüde böyle bir fay
olduğu gibi, Kaliforniya’daki Sand Andreas fayı da aynı karakterdedir.”
|