ALT BAŞLIKLAR:
Devrim
Kıtalar
ve Okyanuslar
Sıkışıyoruz |
Yerkabuğuna
sonu gelmez bir devingenlik kazandıran tektonik etkinlik, yanardağ püskürmelerinden,
dağların oluşumuna, kıtaların hareketinden, daha geçen ay bizleri yasa
boğan depremlere kadar pek çok yerbilimsel oluşumu doğuran doğal bir süreçtir.
Aslında, devingenliğiyle, kabuğu oluşturan yer gerecini sürekli olarak
yenileyen bu sürecin, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkışını sağlayan en önemli
etmenlerden biri olduğunu söylemek bile fazla. Anadolu'nun konumu nedeniyle,
coğrafyamızın çok büyük bir bölümünde etkin olan depremler de böylesi bir
sürecin doğal sonuçlarından yalnızca biri. Ülkemizi başka bir coğrafyaya
taşıyamayacağımıza göre, depremlerle birlikte yaşamayı bir an önce öğrenmemiz
gerekiyor.
Levha tektoniği kuramını,
yeri ve yerkabuğunu açıklamaya çalışan önceki küresel tektonik teorilerinden
ayıran belki de en önemli özelliği, bu kuramın, okyanuslardan sağlanan
verilerle kurulmuş olmasıydı. Kıtalara ilişkin yapısal verilerin okyanus
tabanları içinde geçerli olduğunun varsayıldığı o dönemde, levha tektoniği,
bir bakıma okyanus tabanının doğasını öğrenme çabasının en önemli ürünü
olarak ortaya çıkmıştı. Savaş teknolojisinin sağlamış olduğu katkıysa,
bu önemli kuramın ortaya çıkışındaki ilginç noktalardan biriydi. İkinci
Dünya Savaşı sırasında özellikle denizaltı savaşları için geliştirilen
son derece ayrıntılı batimetrik haritalama yöntemleri savaştan sonra okyanus
tabanlarının ayrıntılı haritalanması için kullanılmaya başlanmıştı. Bunların
bazıları yalnızca derinlik ölçmüyor, manyetizma ve kütleçekimi verileriyle,
okyanus tabanından tortul örnekleri de topluyordu. Bununla birlikte, soğuk
savaşın gereklerinden biri olarak ABD, SSCB'nin olası nükleer denemelerini
izlemek amacıyla dünyanın her yanına uzanan ve iyi işleyen bir sismograf
ağı (WWSSS: world wide satandardized seismometer network) kurmuştu. Büyüklüğü
(magitüdü) dört ve daha büyük olan depremleri ölçebilen bu ağ, kuruluş
amacına ulaştı mı bilmiyoruz ama, özellikle okyanusal alanlardaki depremlerin,
genellikle çok dar kuşaklar boyunca meydana geldiklerini ve bu kuşakların
çevrelediği binlerce kilometrekarelik alanlardaysa, hemen hemen hiç deprem
olmadığını göstermişti. Aynı dönemde, daha önce keşfedilmiş olan okyanus
ortası sırtların da, sanılanın aksine binlerce kilometre boyunca uzandığı
ve okyanusların tümünde var olduğu anlaşıldı. Asıl şaşırtıcı olan, WWSSN'in
gösterdiği sismik kuşakların, bu okyanus ortası sırtların merkezleriyle
çakışıyor olmasıydı. Bununla beraber, aynı sismik kuşaklarla çakışan bir
başka oluşum da pasifik çevresinde yer alan derin deniz hendekleriydi.
Depremler yer yer bu hendeklerden, ortalama 45 derecelik açılar yapan ve
kıtaların altına doğru uzanan düzlemler boyunca 700 kilometre derine kadar
inerken, okyanus ortası sırtlarda meydana gelenlerin derinlikleriyse 10
kilometreyi geçmiyordu.
Devrim
|
(resmi büyütmek için üzerine
tıklayın) |
1940'lı yıllarda gerçekleşen
bu keşifler aslında, o güne kadar daha çok betimsel yöntemin hakim olduğu
yerbilimlerinde büyük bir devrime önayak oldu. Bu devrim, o güne kadar
bilinmeyen pek çok yerbilimsel olayın açıklanmssını, bunların birbiriyle
olan kökensel ilişkilerinin belirlenebilmesini sağlayan ve belki de en
önemlisi yerbilimine "öngörü" başka bir deyişle "önceden kestirme" yeteneğini
kazandıran Levha Tektoniği Kuramı'ydı. Levha tektoniği kuramı aslında,
yüzyılımızın başından hatta daha öncesinden bu yana, yerin (Dünyanın) yapısı,
yerkabuğu ve depremler, dağların oluşumu ya da volkanik patlamalar gibi
yerbilimsel olayları açıklamaya çalışan pek çok kuramdan biriydi.
|
(resmi büyütmek için üzerine
tıklayın) |
1912 yılında Alman meteorolog
Alfred Wegener'in ortaya koyduğu bu kuram o zamanlar, Kıtaların Kayma Kuramı
adıyla biliniyordu. Aynı dönemde tartışılan Konveksiyon Akımları Kuramı
da bu kuramı önemli ölçüde tamamlıyordu. 1960'lı yıllarda Levha Tektoniği
Kuramı adı altında bir araya gelen bu iki kuram, 70'li yılların başında,
birkaç küçük pürüz dışında tamamlanmıştı. Buna göre yerin dış kısmını (yani
kabuk) yaklaşık 70-100 kilometre kalınlığında ve rijit özellikteki litosfer
oluşturuyordu. Genel olarak on dört büyük levhadan oluşan litosfer, üst
mantonun litosfere oranla daha yumuşak ve akıcı sayılabilecek bir bölgesi
olan astenosferde, tıpkı su üstünde yüzen tahta parçaları gibi 1-10 cm/yıl
hızla kayıyorlardı. Hareketin nedeniyse, tıpkı bir ısıtıcı gibi çalışan
yerin çekirdeğinden başkası değildi. Böylece ısınan manto gerecinde konveksiyon
akımları gelişiyor, bu da genellikle okyanus ortası sırtlar ve kıtalarda
da rift vadileri boyunca levhaların birbirinden uzaklaşmasını sağlıyordu.
Deniz tabanı yayılması adını alan bu olay sırasında, üst mantodan gelen
yer gereci, iki levha sınırının her iki yanına eklenerek, konveksiyon akımlarıyla
biribirinden uzaklaşan bu levhaların arasını dolduruyor, bir anlamda yeni
yerkabuğu oluşuyordu.
Kıtalar ve Okyanuslar
|
(resmi büyütmek için üzerine
tıklayın) |
Okyanusların tabanını oluşturan
kabuktan farklı olarak kıtalar, kendilerine oranla daha büyük olan litosfer
levhaları (aslında üst mantonun bir bölümü) içine gömülmüş ve bu levhalar
tarafından pasif olarak sürüklenen yerkabuğu parçalarıydı. Böylece oluşan
kıtasal litosferin kalınlığı yaklaşık 125 km'ye ulaşırken, kıta kabuğunun
ortalama kalınlığıysa, uç örnekler dışında 30-50 km'yi geçmiyordu. Okyanusların
tabanındaki yerkabuğuysa, litosfer üzerine gömülmeden oturuyordu. Yaklaşık
7-10 km kalınlığındaki okyanus kabuğu, kıta kabuğuna göre daha yoğundu
(kıta kabuğu yoğunluğu: yaklaşı 2,7 g/cm3 Okyanus kabuğu yoğunluğu: yaklaşık
3 g/cm3). Burada oluşan okyanusal litosferin kalınlığı da 70 km'ye ulaşıyordu.
Bu dev levhaların nasıl
yer değiştirdiğine gelince, öncelikle hareketin motor gücünü konveksiyon
akımları nedeniyle birbirinden uzaklaşan levhalar oluşturuyordu. Levhalar
arasında boşluk olmaması nedeniyle de bir levhanın hareketi diğer levhaların
hemen hemen tümünü etkiliyordu. Bu etkileşim levhaların türüne ve hareket
yönüne göre farklı biçimlerde gerçekleşiyordu. Bunlardan biri olan transform
levha sınırlarındaki hareket, iki levhanın birbirleriyle olan sınırları
boyunca aynı doğrultuda fakat farklı yönde birbirlerine sürtünmesiyle gerçekleşiyordu.
İki levhanın birbirlerine yaklaştığı, yakınsayan levha sınırlarındaysa,
durum daha çok bir çarpışma biçiminde gerçekleşiyor ve levhalardan biri
diğerinin altına dalıyor, yaklaşık yüzlerce kilometre derinlikte astenosfere
girerek ergiyordu.
Günümüzde genel olarak bu
biçimiyle yerbilimlerinin her alanında geçerliliği kanıtlanmış olan Levha
Tektoniği Kuramı, fizikteki Görelilik Kuramı, biyolojideki Evrim Kuramı
kadar bilim dünyasında eşdeğer bir öneme sahip. Bu kuram sayesinde kıtaların
kaymasından volkanların ve depremlerin oluşumuna değin pek çok konuya açıklık
getirilebiliyor. Bunun gibi ilk bakışta ilgisiz gibi görünen pek çok yerbilimsel
oluşum ve olay da biribiriyle ilişkilendirilebiliyor.
|
(resmi büyütmek için üzerine
tıklayın) |
Geçtiğimiz günlerde, yaşadığımız
deprem felaketinin de levha tektoniği çevresinde kuşkusuz bir açıklaması
var. Depremlerin yeryüzündeki dağılımına bakıldığında, bunların özellikle
bugün aktif yani haretli olan levha sınırları boyunca sıralandığı görülür.
İki büyük deprem kuşağına ayrılan bu sınırlardan biri, Pasifik Okyanusu'nu
çevreleyen ve özellikle Japonya üzerinde etkili olan Pasifik Deprem Kuşağı.
Cebeli-Tarık'tan Endonezya adalarına kadar uzanan Akdeniz-Himalaya Deprem
Kuşağı'ysa, yakın komşularımızla birlikte ülkemizi de içine alıyor.
|